İstanbul’un Tınısında Gizlenen Ruh
- PUBLISHER
- Zeynep Göçmen
- CATEGORY
- opinion
- DATE
- 31/10/2024
İstanbul ve Türk müziği.
Ne kadar güzelmişsiniz.
Ve ben size ne kadar uzaktan bakmışım öyle.
Hem duygulandırıp ağlatan, hem de eğlendirip oynatan çok az müzik türü vardır herhalde. Bunların ikisini aynı anda yapan ise yoktur sanırım.
İşte bunu yapabilen nadir bir tür türk müziği.
Geçtiğimiz günlerde Fatih Akın’ın Crossing the Bridge - The Sound of İstanbul film belgeselini izliyordum. Daha izlerken hemen üzerine yazmak istediğim bir seyir oldu benim için.
Film, Alexander Hacke isimli Alman bir müzisyenin İstanbul’a gelip - kendi sözleriyle - gizemini çözmek ve şehrin sesini yakalamak istediğini söyleyerek başlıyor, 19-20 sanatçının hikayeleriyle devam ediyor ve Alexander’ın “Bu şehri yine çözemedim, derinine inemedim” demesiyle bitiyor.
Müzik yapan o kadar farklı kültüre, bakışa sahip insan ve sanatçı var ki İstanbul’da, derinine inmek için bir ömür bile yetmeyebilir. Tüm bu farklılıklara rağmen ortak olan tek şey ise hissettirdikleri ve hissettikleri duygulardı. Zamanında dedemin bana söylediği şöyle bir laf vardı, ne zaman müzik dinlesem hep kafamın bir köşesinde durur: “Müzik, insanın beyin akışının ritmiyle ne zaman eşleşirse işte o zaman sevdiğin bir müzik olur” diye. O yüzden “Ne tür şarkılar ya da müzik türünü seversin?” diye sorduklarında buna net bir cevap veremezdim, iyi ki de veremezmişim. O anki “ruh halime” göre ne dinlemek istersem onu dinledim hep. Fakat bunun yanı sıra küçüklüğümden beri ne zaman ya da nerede Türk müziği ya da - benim çocukluk laflarımla - “duygusal müzikler” duysam hemen kapattırmak ve oradan uzaklaşmak isterdim. Çünkü beni duygulandırır ve hemen ağlatırdı ki filmi izlerken aynı duyguları yaşadım desem yalan olmaz. O yüzden bu zamana kadar hep uzak olduğum bir türdü Türk müziği (rakı masaları hariç tabii :)
Film, Alexander Hacke isimli Alman bir müzisyenin İstanbul’a gelip - kendi sözleriyle - gizemini çözmek ve şehrin sesini yakalamak istediğini söyleyerek başlıyor, 19-20 sanatçının hikayeleriyle devam ediyor ve Alexander’ın “Bu şehri yine çözemedim, derinine inemedim” demesiyle bitiyor.
Müzik yapan o kadar farklı kültüre, bakışa sahip insan ve sanatçı var ki İstanbul’da, derinine inmek için bir ömür bile yetmeyebilir. Tüm bu farklılıklara rağmen ortak olan tek şey ise hissettirdikleri ve hissettikleri duygulardı. Zamanında dedemin bana söylediği şöyle bir laf vardı, ne zaman müzik dinlesem hep kafamın bir köşesinde durur: “Müzik, insanın beyin akışının ritmiyle ne zaman eşleşirse işte o zaman sevdiğin bir müzik olur” diye. O yüzden “Ne tür şarkılar ya da müzik türünü seversin?” diye sorduklarında buna net bir cevap veremezdim, iyi ki de veremezmişim. O anki “ruh halime” göre ne dinlemek istersem onu dinledim hep. Fakat bunun yanı sıra küçüklüğümden beri ne zaman ya da nerede Türk müziği ya da - benim çocukluk laflarımla - “duygusal müzikler” duysam hemen kapattırmak ve oradan uzaklaşmak isterdim. Çünkü beni duygulandırır ve hemen ağlatırdı ki filmi izlerken aynı duyguları yaşadım desem yalan olmaz. O yüzden bu zamana kadar hep uzak olduğum bir türdü Türk müziği (rakı masaları hariç tabii :)
Müzik yapan o kadar farklı kültüre, bakışa sahip insan ve sanatçı var ki İstanbul’da, derinine inmek için bir ömür bile yetmeyebilir.
Türk müziğinin aslında ne kadar şahsına münhasır bir tür olduğunu yeni anlamaya başladım sanırım. Bir örnek vermek gerekirse, müzikte ritim ve ölçü dediğimizde Türk müziğinde “özel kullanılan” - aslında daha çok Türk müzisyenlerin tercihi olan - bir ölçü sayısı varmış: 5-8’lik ölçü (1-2—1-2—1-2-3 şeklinde akar), buna da Türk aksağı denirmiş.
Filmde bundan bahseden birkaç isim vardı, biri klarnet virtüözü Selim Sesler’di. Bu adam bana öyle şahane duygular hissettirdi ki klarneti sustuğunda istemsizce alkışladım kendisini. Başta demiştim ya, hem ağlatan hem oynatan bir türdür Türk müziği diye; işte bu adam benim için bunun bir kanıtıdır.
Selim Sesler gibi, o kadar farklı ve güzel insanlar tanıyor ve saygı duyuyorsunuz ki filme bir kere daha İstanbul’a karşı umut dolabiliyorsunuz.
Rapten Türk musikisine, rocktan Roman müziklerine, Kürt müziklerinden break dansçılara kadar çok güzel bir harman ve dengeyle karşılaşıyorsunuz ve filmi sadece müzikleri dinleyip hayranlıkla izliyorsunuz.
Ne kadar güzelmişsin be İstanbul, vallahi hakkını yiyormuşuz.
Filmde bundan bahseden birkaç isim vardı, biri klarnet virtüözü Selim Sesler’di. Bu adam bana öyle şahane duygular hissettirdi ki klarneti sustuğunda istemsizce alkışladım kendisini. Başta demiştim ya, hem ağlatan hem oynatan bir türdür Türk müziği diye; işte bu adam benim için bunun bir kanıtıdır.
Selim Sesler gibi, o kadar farklı ve güzel insanlar tanıyor ve saygı duyuyorsunuz ki filme bir kere daha İstanbul’a karşı umut dolabiliyorsunuz.
Rapten Türk musikisine, rocktan Roman müziklerine, Kürt müziklerinden break dansçılara kadar çok güzel bir harman ve dengeyle karşılaşıyorsunuz ve filmi sadece müzikleri dinleyip hayranlıkla izliyorsunuz.
Ne kadar güzelmişsin be İstanbul, vallahi hakkını yiyormuşuz.
Zeynep Göçmen works as a Graphic Designer at Ba'ndo.